Topaç gibi yusyuvarlak, ak gözlü, parlak dişli, kıpkırmızı ağızlı, kuzguni siyah bir Arap: Cafer Ağa... (Kendisine, sadece Cafer diyenlere mektepte cevap vermemekle iktifa eder, fakat sokakta taş atarmış.)
On yaşında, iskelet gibi kuru, çiçekbozuğu, süzgün, kirli çehreli, küçük dişli bir çocuk: Aşur.
Nihayet, sınıfın en ehemmiyetli siması: Hafız Nuri, on yaşındaymış, fakat yüzü, yetmişlik bir ihtiyar gibi buruşuk. Çenesinin altında yeni kapanmış bir sıraca yarası ki, dal gibi boynun çıplak kalmasına sebep olmuş. Kirpiksiz patlak gözleri, beyaz sarığının altında yumurta biçiminde bir kafa, hülasa, para ile gösterilecek acayip bir mahluk.
*
Hatice Hanım, o sabah, taze taze mezarlıktan kesilmiş uzun değnekleri yanına yerleştirdikten sonra, birer birer çocukları yanına çağırmaya, derslerini okutmaya başladı.
O ders verirken, ötede kıyametler kopuyordu.
Sor Aleksi, sınıfta gürültümüzden rahatsız oldukça, mum gibi sarı parmaklarını birbirine geçirir, berrak mavi gözlerini bir Meryem tasviri saflığıyla gökyüzüne kaldırarak: "Bana bir Kal ver azabı çektiriyorsunuz!" derdi.
Sınıftaki bütün gürültülerin, yaramazlıkların elebaşısı olan Çalıkışu, sana ettiklerini acı acı çekmeye başlıyor. Bu sersem edici gürültünün önünü almak, talebelerimi sessiz çalış-maya, sınıfta verilen bir dersi hep birden dinlemeye alıştırmak için iki hafta uğraştım.
Neyse, emeğim boşa gitmedi, ilk günlerde bütün gayretime rağmen çocuklarla başa çıkamıyordum. Hatice Hanım'ın sınıfta yılan gibi, ıslık çalan taze değneklerinden sonra sesim onlara öyle hafif geliyordu ki...
Bazen canıma yetiyor: "Gel Hatice Hanım!" diye dışarıya bağırıyordum. Onun, küpe binerek havalarda uçan masal cadısı gibi dershaneye girmesi bana yardım ediyordu.
Nihayet, bu gürültüyü yavaş yavaş söndürmeye muvaffak oldum. Şimdi, sınıf daha sakin. Çocuklar, yavaş yavaş söz anlamaya başlıyorlar. Hatta, onlar ne kadar bağırırlarsa, dersin o kadar kuvvetle zihinlerine yerleşeceğine inanan Hatice Hanım bile memnun, ikide birde: "Hay Allah razı olsun kızım, kafacı-ğım dinlendi" diyor. Fakat, benim istediğim, sadece bu değildi. Onlara biraz hayat ve neşe de vermek istiyordum, işte bu, bir türlü kabil olacağa benzemiyordu.
Bu köyün evleri, sokakları, mezarları gibi çocuklarında da siyah bir neşesizlik var. Renksiz dudakları gülmenin ne olduğunu bilmiyor, durgun gözleri ağır bir melal içinde ölümü düşünüyor gibi. Ben bile, yavaş yavaş onlara benzemeye başlamıyor muyum? Eskiden ölümü ben başka türlü düşünürdüm, insan elli sene, altmış sene, hülasa istediği kadar yorgunluktan bitap düşünceye kadar gezer, koşar, eğlenir. Sonra, gözleri tatlı bir uyku ihtiyacıyla mahmurlaşmaya başlar. O vakit bembeyaz, temiz bir yatağa uzanır. Yeni başlayan uykuların hafif sarhoşluğu içinde gülümseye gülümseye sönüp gider. Güneşe karşı parlayan beyaz mermerler üstünde kucak kucak çiçekler... O mermerlerdeki küçük yalaklardan su içmeye gelmiş birkaç kuş... işte ölüm denince benim gözümde böyle sevimli ve hemen hemen neşeli bir hayal uyanırdı. Şimdi, onun acı lezzetini, ödağacı ve servi kokuları içinde dilimle tadıyor, ciğerlerimle kokluyor gibiyim!
*
Çocukların bu kadar ağır ve neşesiz olmalarına Hatice Hanım'ın da hayli yardımı dokunmuş. Bu kadıncağız, hocanın vazifesini, kalplerde dünya emelini söndürmek diye öğrenmiş. Her fırsatta yavrucakları ölümle yüz yüze getiriyor. Duvardaki birkaç tabiyye levhasını sırf bu maksatla mektebe gönderilmiş sanıyor. Mesela:
"Bu dünya fanidir, kimseye kalmaz! Yürü dünya yürü, ahir zamanıdır!"
kabilinden korkunç bir ilahi okuttuktan sonra iskelet levhasını ortaya koyuyor: "Yarın biz ölünce etlerimiz böyle çürüyecek, kemikler böyle kuruyacak!" diye ölümün dehşetini ve kabir azaplarını anlatmaya başlıyor.
ihtiyar kadına göre, öteki levhalar da aşağı yukarı aynı şeyi ifade etmektedir. Mesela çiftlik resmini gösterirken: "Allah bu koyunları kullarım yesin de bana ibadet etsin diye yarattı. Koyunları kör boğazımız zifleniyor da, Allah'a borcumuzu ödüyor muyuz? Ne gezer? Amma, yarın toprağa girdiğimiz vakit, bakalım ne cevap vereceğiz?" yolunda bir şeyler söylüyor ve tekrar ölümün tasvirine geçiyor.
Yılan levhasına gelince: Hatice Hanım, onu Şahmeran diye tanıtmış. Hasta olan köylülerin isimlerini yılanın karşısına yazmak suretiyle, onların tedavisine de çalışıyor.
Evet, bu biçare çocukları bir parça neşelendirmek, güldürmek için ne maskaralıklar yapıyorum.
Fakat, emeklerim boşa gidiyor.
Mektebe teneffüs usulünü de koyduk. Çocukları yarım saatte, bir saatte bir, bahçeye çıkarıyorum, eğlenceli, meraklı oyunlar öğretmeye çalışıyorum. Nedense, bir türlü bunlardan tat duymuyorlar. O vakit, çaresiz onları kendi hallerine bırakarak bir köşeye çekiliyorum.
Bu mihnet çekmiş, yaşlı başlı insanlara benzeyen, yorgun çehreli, donuk gözlü kız çocuklarının en büyük eğlenceleri, bahçenin bir köşesine toplanıp ölüm, tabut, teneşir, zebani, kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilahiler okumaktan ibaret! Hele bir tanesi var ki, tüyler ürpertiyor.
Onlar seslerini titrete titrete hep bir ağızdan:
"Haramiler gibi soyarlar seni, Bir kuru tabuta koyarlar seni, Zalim ölüm sana çare bulunmaz."
diye uluşurlarken gözümün önünden sıra sıra cenaze alayları geçiyor.
Çocuklarımın en sevdikleri eğlencelerden biri de cenaze oyunudur. Ekseriya, uzun öğle teneffüslerinde oynana oynana bu oyun adeta bir tiyatro piyesi gibidir ve başlıca aktörleri Hafız Nuri ile Arap Cafer Ağa'dır.
Cafer Ağa, hastalanıyor; kız çocuklar, etrafına toplanarak Kuran okuyorlar, ağzına zemzem akıtıyorlar.
Küçük, akı çok gözlerini belirterek ruh teslim edince kızlar feryat ederek çenesini bağlıyorlar. Sonra Cafer Ağa'yı teneşirde yıkıyorlar.
Çocukların, kırık bir kapı tahtasını yeşil başörtülerle süsleyerek meydana getirdikleri tabutun korkunç bir sahici tabuttan farkı yok.
Hafız Nuri'nin dik, meşum bir sesle sela vermesi, ezan okuması, cenaze namazı kıldırması tüyler ürpetecek bir şey. Hele mezar başında: "Ya Cafer Ibn-i Zehra!" diye bir talkın verişi var ki, gece rüyalarıma giriyor.
Dediğim gibi, bu memleketin havasında insan, ölümü adeta kokluyor. Hele geceler... Onların vehimlerine, korkularına dayanmak daha müşkül!
Gecenin birinde dağda çakallar ulumaya başladı. Fena halde ürktüm. Ne olursa olsun Hatice Hanım'ın odasına inmek istedim.
Fakat, bu küf kokulu, bodrum gibi odanın kapısını açınca, gördüğüm manzara, bana çakal sesinden bin kat daha korkunç geldi.
ihtiyar kadın, baştan başa beyazlara bürünmüş, bir seccadenin üstünde kendinden geçmiş gibi, boğuk bir sesle bir şeyler okuyarak, iki yana sallanarak esma teşbihi çekiyordu.
*
Burada sevmeye başladığım üç şey var:
Birisi, penceremin altındaki akar çeşme ki, hiç durmayan sesiyle yalnız gecelerimde, adeta bana arkadaşlık ediyor.
ikincisi, küçük Vehbi: Hatice Hanım'ın saltanatı zamanında, ömrünü sandığın dibinde, sırtüstü ceza çekmekle geçiren" çocuk. Ben, bu afacana iyiden iyiye abayı yaktım. Buradaki! çocukların hiçbirine benzemiyor. K'leri C gibi telaffuz ederek| öyle serbest, şen bir konuşması var ki...
Vehbi, bir gün bahçede küçük, parlak gözlerini süze süze yüzüme bakıyordu:
- Ne bakıyorsun Vehbi? dedim. Hiç çekinmeden:
- Sen güzel çizmişsin be. Ağama ahvereyem seni..Bizim gelinimiz ol. Ağam, sana pabuçlar, entariler, taraklar alıverir.
Vehbi'nin her hali iyi, hoş amma, bir türlü beni saymıyor. O kadar ki, azarladığım, yavaşça ince kulağını çektiğim zaman bile bana ehemmiyet vermiyor. Mamafih, belki de bunun için onu bu kadar seviyorum.
Vehbi, bu münasebetsizliği de yapınca kaşlarımı çattım.
- insan, hocasına böyle lakırdı söyler mi? Işitilirse senin ağzını yırtarlar, dedim.
Çocuk, benim saflığımla eğlenir gibi:
- Yağma var mı, başcasına söyler miyim? dedi. Aman Yarabbi, bu parmak kadar köylü çocuğu neler biliyordu!
Aynı fütursuzlukla devam etti;
- Sana istanbullu yence derim, cestane çetiveririm, ağam senin boynuna altınlar tacar.
- Senin yengen yok mu?
- Var amma, o cara cız, onu da çoban Hasan'a veririz.
- Senin ağan ne iş görür?
- Candarma.
- Candarma ne yapar?
Vehbi, düşüne düşüne başını kaşıdı; sonra:
- Canavarları çeser, dedi.
Vehbi'nin, hoşuma giden bir hali de, kibir ve inadıdır. O, kocaman bir erkek kadar kafa tutmasını bilir. Derste yanlışını çıkardığım vakit hem utanır, hem kızar. Bir türlü yanlışını düzeltmek istemez. Daha üstüne varacak olursam isyan eder. istihfafla yüzüme bakarak:
- Sen, kan kısmısın, aklın ermez, der.
Üçüncü sevdiğime gelince; o, kimsesiz küçük bir kızdır. Derse başladığımın, galiba beşinci sabahıydı. Sıralara göz gezdirirken birdenbire kalbim tatlı bir heyecanla çarptı. En arka sıranın ucunda, bembeyaz denecek kadar uçuk sarı saçlı, duru beyaz tenli, melek gibi güzel çehreli bir kız çocuğu, inci gibi dişleriyle bana gülümsüyordu.
Bu çocuk kimdi? Birdenbire nereden çıkmıştı?
Elimle işaret ettim.
- Yanıma gel bakayım, dedim.
Bir kuş hafifliğiyle yerinden atladı. Benim, mektepte yaptığım gibi, sıçraya sıçraya yanıma geldi.
Yavrucak, son derece fakirdi. Ayaklan çıplak, saçları darmadağınıktı. Arkasındaki rengi kaybolmuş basma entarisinin yırtıklarından beyaz, nazik teni görünüyordu.
Minimini ellerini tuttum:
- Yüzüme bak küçük, dedim.
Korka korka başını kaldırdı, kıvırcık kirpiklerinin arasında iki lacivert göz parladı.
Zeyniler'de, çektiğim ıstırap beni ağlatmamıştı. Fakat, bu yarı çıplak çocuğun gözleri, kırmızı ağzının içinde iki inci dizisi gibi gülen dişleri, o dakikada kendimi tutmasaydım, beni hıçkı-rı hıçkıra ağlatacaktı.
"ÇALIKUŞU" отзывы
Отзывы читателей о книге "ÇALIKUŞU". Читайте комментарии и мнения людей о произведении.
Понравилась книга? Поделитесь впечатлениями - оставьте Ваш отзыв и расскажите о книге "ÇALIKUŞU" друзьям в соцсетях.